13 Şubat 2014 Perşembe

BİR KİTAP VE DEĞERLENDİRİLMESİ

“İki Darbe Arasında”

Kitabın kimliği: İki darbe arasında- ilginç zamanlarda, İskender Pala, Kapı yayınları 196, İskender Pala bütün eserleri 42, 1. basım, Şubat. 2010, İstanbul, 265 sh.

Kitabın değerlendirilmesi:Çizik çizik yüreklerle yıllar yılı birbirimizi teselliye çalıştığımız eşime; çocukluk coşkularını cevap bulamadıkları sorularda savurarak büyüyen kızlarımla oğluma ve onlarla benzer hayatları yaşamak kaderleri olan binlerce aileye…” ithaf satırlarıyla başlayan kitaptan bir gazetenin kitap ekindeki tanıtımdan dolayı haberim oldu. Çok geçmeden bir kitapçıdan tedarik edip bir haftada okuyup bitirdim. Kitabın konusu Haziran.1982’de öğretmen teğmen olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda göreve başlayan ve Aralık.1996’da Yüksek Askeri Şura kararı ile TSK’dan “disiplinsizlik” ve daha doğru deyimle “irtica” gerekçesiyle ihraç edilen İskender Pala’nın bu 15 yıla yakın süre zarfındaki anılarından oluşmaktadır (Not: Yazar halen Uşak Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde profesör olarak görev yapmaktadır). Ne ilginç bir tesadüftür ki, bu değerlendirmeyi yazdığımda da takvimler 28 Şubat 2010’u gösteriyordu. Bu ülkede bir dönem yaşanılan olaylara TSK içinden tanıklık etmiş ve tabir caizse ‘damdan düşmüş’ biri olarak Pala’nın anıları tarihe not düşmek açısından oldukça önemlidir. TSK eliyle ve “üniformasız” sivillerin de desteğiyle kotarılan- elbette dış desteği de unutmadan; toplumun tamamını ve özellikle büyük bir kesimi etkileyen; onları “asimetrik psikolojik harp” taktikleriyle mağdur, mazlum ve mahrum konuma düşüren 28 Şubat darbesini, binlerce YAŞ’zededen biri ve aynı zamanda edebiyatçı olan birinin kaleminden okumak elbette ayrı bir öneme haizdir.

28 Şubat süreci… Her gün bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye… Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savrulmuş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattircümleleri hem yazarın halet-i ruhiyesini hem de kitabın içeriğini bir nevi özetler gibidir. Pala, emekliliğine aylar kala, kararları yargı denetimine (o zamanlar kapalı idi ve hoş, açık olsa fark eder miydi acaba, yargının hal-i pür melali, içler acısı hali ortada iken), hukuki olmaktan çok keyfi, darbe sonrası döneme ait anayasanın mahsulü olan YAŞ kararı ile bütün özlük haklarından mahrum bir şekilde ve sonraki hayatı da ipotek altına alınarak tabir-i caizse “kapının önüne konulmuştur”. Ve bu kitap binlerce YAŞ’zedenin binlerce öyküsünden biridir ve kitaplaştırılan ilkidir de.

Gelelim yazarın “Yüzlerce benzer öykü içinden bir öykü bu… Keşke yaşanmamış olsaydı. Yaşandı işte…” dediği anılarla ilgili değerlendirmelerime. Kitabı okurken hafızam beni zaman zaman kendi geçmişime götürdü. Kitabın ilk bölümünde yazar muvazzaf asker olmak istemesinin nedenlerini sayarken, ortaokul sonunda girdiğim askeri lise imtihanı geldi hatırıma. Sanırım 1979 yazıydı. Ülke kaos, karmaşa içinde bir askeri darbeye daha doğru ilerlerken, darbe için şartların olgunlaşması beklenirken/şartlar olgunlaştırılırken yani bir nev’i ‘itina ile darbe ortamı hazırlanırken’, gecekondu muhitinde yaşayan fakir ama onurlu bir delikanlı olarak güvenli, kaliteli bir ortamda eğitim alıp geleceğimi garanti altına alma düşüncesi ve üniformanın dayanılmaz cazibesi gibi sebeplerle askeri lise imtihanlarına kendi kıt imkanlarımla sıkı bir şekilde hazırlanmıştım. Mülakat, beden eğitimi filan derken yazılı imtihanı da hiç unutmuyorum, 111. asil aday olarak kazanmıştım. O günlerde köyden ziyaretimize gelen dedemin bir sabah başucumda söylediği bir sözü hȃlȃ hiç unutmam. “Askeri okula girince, orada Atatürk’e taptıracaklar”. Bir bozkır köyünde yaşayan dedemin kullandığı ‘tapma’ ifadesini niye kullandığına o zamanlar bir mana verememiştim fakat yazarın “Deniz Okulları’nın öğrenci seçme sınavı mülakatında, daha sonraki yıllarda bu eleme işinde o derece uç fikirler üretilir oldu ki gün geldi, ‘bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün Nutuk’u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?’ gibi akla mantığa ziyan sorular ortaya çıkmaya başladı” satırlarını okuyunca ve de bu yaşıma kadar bu ülkede olup biteni görüp anlayınca rahmetli dedemin ne demek istediğini anladım. Sağlık muayenesinde göz bozukluğu saptandığı için subay olma hayallerim suya düştükten sonra ne yalan söyliyeyim bu şoku atlatmak ve toparlanmak aylar almıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de böylesi daha hayırlıymış, o gün için bilemedim. Kimbilir belki o gün o arzum gerçekleşseydi, bugün belki Kur’an İslam’ı ile tanışmamış olacaktım ya da yazar gibi ordudan ihraç edilenlerden biri olacaktım veyahut daha korkuncu-Allah korusun- yazara yapılan muameleleri reva görenlerden biri olacaktım, Allah bilir (Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Kur’an; Bakara 216).


Yazarın “Son sözüm, teselli için sık sık söylediğim sözdür: “Çok şükür ki mazlum oldum, zulmeden olmadım!..” sözünü anlamlı ve manidar buluyorum. Yazara bir teselli de acizane benden. Yazarın uzaklaştırıldığı TSK Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Milliyet’ten gazeteci Fikret Bila’ya verdiği 14.03.2010 tarihli röportajın bir yerinde demiş ki “…Silahlı Kuvvetler’de bu elbiseyi giydiğiniz anda bu mesleğe ve yaşam tarzına (not: bu ‘yaşam tarzı’ kelimesine özellikle dikkatinizi çekmek isterim- adım atıyorsunuz. Ne zamana kadar? Cenazeniz gömülene kadar. Cenazenizi de yine bu ordu gömüyor…” Bu demek ki yazar sorgusuz sualsiz atıldığı ordu tarafından gömülmeyecek. Fakat ne gam! Merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi. “Son gün olmasın dostum,  çelengim top arabam / Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam”.  Yazar her ne kadar geleneksel, muhafazakar anlayışa yakın dursa da ve kitap vesilesi ile TSK, darbeler, militarizm gibi konularda bir çok şey yazılıp çizilebilecekken, değerlendirmeyi burada bırakıp sizi Urfa dolaylarından derlenmiş “iki dağın (darbenin) arasında kalmışam / bülbül gibi daldan dala konmuşam (oradan oraya sürülmüşem ve dahi ihraç edilmişem ) / ne gün görmüş, ne de murad almışam / ana beni bir zalıma verdiler / verdiler de vebalıma girdiler” türküsü eşliğinde, bu ülkenin bir kurumunu, bir dönemini, olayları bizzat yaşamış yazarın bakış açısıyla gözden geçirmek ve hatırlamak noktasında kitabı alıp okumanızı öneririm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder